THE BANSHEES of INISHERIN
The Banshees of Inisherin. Filmin adını Inisherin'in
Ölüm Perileri diye söyleyebiliriz. Aslında Colm, ada için bestelediği cenaze
müziğine bu ismi vermiştir. Neden der Padraic. Adada ölüm perisi yok ki. Colm
da bu ismi sadece kelimenin içinde çift s harfi geçtiği için koyduğunu söyler.
Ardından: Belki de onlar yerine, bugün arkalarına
yaslanmış, olan biteni seyreden periler vardır, der. Banshee kelimesi kökenini
dişi peri anlamınına gelen bean-sidhe kelimesinden alır. İnanca göre, bu
periler ölümü önceden haber veren ataların ruhuna sahiptir. Filmde arkaik bir
figür olarak ölüm perisi rolünde yaşlı kadın McCormick'i görürüz
Hikayede tek
gerçek olan, 1922 yılının ortalarında, ülkenin tam bağımsızlığı için iki
milliyetçi grup arasında başlayan ve yaklaşık bir yıla yakın süren iç savaştır.
Kardeşin kardeşi öldürdüğü, binlerce kişinin tutuklandığı, idam edildiği savaşın
etkisi nesiller boyu sürdü. Filmin son sahnesinde Colm ile Padraic arasında geçen
diyalog da savaşın bu yönünü anlatır.
Colm'un
artık ödeştiklerini düşündüğü, Padraic'in ise bunu reddettiği bir sahnedir bu.
Colm, son bir ümitle ana karaya bakarak '' Savaşın sonuna geldiler galiba, der.
Padraic ise; Nasılsa yeniden başlayacaklar. Bazı şeyler geçmek bilmez. Bu
iyi bir şey diyerek filmin de son
cümlesini söylemiş olur.
İrlanda kökenli yönetmen Martin McDonagh da doğal
olarak bu hikayelerle büyümüş ve nesiller boyu süren savaşın benzerini iki
arkadaş arasında geçen kurgusal bir hikaye ile anlatmak istemiş. Hikaye minimalist,
ancak anlatılanı vermede muazzam bir etkiye sahiptir. Bir savaşın korkunçluğunu
anlatmak için makro büyüklükte sahnelere ihtiyaç yoktur. Savaş, savaştır. Acı
acıdır. Ve bu yüzden de dağılan arkadaşlığın yaşattığı acı öyle derin işlenir
ki, gerçekte yaşanmış olanı arka planda bırakır; kendi yaşanmışlıklarımıza
döneriz. Kendi çıkmazlarımız, kendi paradoksal yanlarımız aklımıza gelir. Öyle tuhaf,
öyle şaşırtıcı durumlardır ki bunlar, ortada ne haklı vardır, ne haksız. Ya da iki doğru
olsun, seçmek zorunda kaldığımız diğerine
rağmen doğrudur. Ancak öyle olsa
da anlamamızın sınırlarını test eden ve yepyeni fikirler uyandıran yanları
vardır.
O yüzden de paradokslar yüzyıllardan beri
düşünürlerin,yazarların,sinemacıların ilgi odağı olmuştur. Örneğin, 8. yüzyılda
Homeros'un kahramanı Odysseus için yarattığı paradoksa bakalım. Odysseus devler
mağarasına girer ve karşısına çıkan tek gözlü canavarı önce sarhoş eder. Sonra
da ona adının Hiçkimse olduğunu söyler ve tam kaçacağı sırada gözüne kocaman
bir kazık saplar. Canavar da o anda can havliyle bağırır ve bu sese uyanan
arkadaşları Kim var orada diye seslenirler. O da onlara, “Hiç kimse” diye cevap
verir.
Sinema dünyamıza dönelim. Özellikle bilim kurgu
filmlerde en çok zamansal paradokslar dramatize edilir. Örneğin, Bay Hiç kimse
filminde, dokuz yaşındaki Nemo’nun anne ve babasının ayrılığı karşısında
kaldığı durumu hatırlayalım.Tren istasyondadırlar. Ya annesiyle yaşamak için
onunla birlikte gidecektir ya da babasıyla aynı şehirde kalacaktır. Nemo
hangisini seçecektir? Ama film, her ikisini de sunar bize. Eş zamanlı sahneler
göstererek, anne ve babasıyla yaşayabileceği sonsuz olasılıklar düşündürür. Ve
Bay Hiçkimse Nemo, yaşamının son günlerine geldiğinde ise şunları söyler: ‘’
Doğru seçimi yapmalısınız. Seçmediğiniz sürece her şey mümkündür’’
Biraz daha bilinen bir örnek. Sofi’nin Seçimi.
Hafızamızda en çok yer eden o paradoksal ana dönelim. Sofi rolünde Merly Streep
vardır. Nazi vahşetinden kurtulmak adına kendisiyle birlikte iki çocuğu için üç
belge hazırlamıştır. Ancak kabul edilmesi için iki belge gereklidir Ve ondan
yalnızca bir çocuğunu seçmesini isterler. Diğerini ise ölüme terketmelidir.
Yakınlardan, Force Majeur filmini düşünelim. Thomas ve
Ebba iki çocuğu ile birliktedirler ve üzerlerine
büyük bir çığ gelmek üzeredir. Baba aniden kaçarak onları büyük bir felaketle başabaşa bırakır. Oysa sadece bir
çığ bulutudur gelen. Felaket gerçekleşmemiştir ancak bu, başka bir felaketin habercisi olmuştur. Zira, Ebba zor
bir ana tanık olmuştur.. Hayatta kalmak için kendi çocuklarını görmezden gelen
biriyle artık nasıl özdeşleşecektir?
Gelelim filmimize. Arkadaşlığını bitirmeye karar
vermiş olan Colm, bu konuda daha fazla rahatsız edilirse sağ elinin
parmaklarını kesecektir. Akıl almaz adeta bilincimizi afallatan bir karardır.
Film boyunca karakterleri ikilemde bırakacak seçimlerin en paradoksal olanı.
Bir insan parmaklarını keserek kendine neden zarar verir ki? Üstelik keman
çalan parmaklarını. Ya da daha derinden soralım: Bir insan yaratıcı tarafını
neden tehdit altına alır? Muhtemelen her seyredenin en çok aklına taktığı soru.
Bu sorunun üzerinde düşünmeden önce şu soruyu soralım: McDonagh bu filmi neden
çekmiştir? Ya da diğer filmleri ile birlikte vermek istediği nedir? Hangi
temaları işlemektedir?
Martin
McDonagh
Filmimiz,
yönetmenin dördüncü uzun metrajlı filmi.Aslında kendisi çok genç yaşlardan
itibaren oyun yazarlığı ile tanınıyor ve bu alanda çok başarılı performanslar
göstermiş. Sinemaya geçtiğinde bu yeteneğini aynı zamanda yönetmenlikle
taçlandırmış. Hemen hemen tüm filmleri; hem derin duygularla acıtan, hem de
kahkahalarla güldüren diyaloglarla doludur. Temel olarak, insan deneyiminin ham
acısını iletir. Acı; ister bir dost ya da aşk ayrılığı nedeniyle, ister günah
ya da suçluluk, ister yalnızlık nedeniyle olsun onu en uç noktasına kadar
işler. O yüzden de filmlerinde ölüm,şiddet,intihar temalarına sık sık
rastlarız. Ele aldığı karakterler, her
an katil ya da psikopat olabilir ya da
intikamcı bir anneye dönüşebilir. Her ne olursa olsun onlarn duygularına kayıtsız
kalamayız, tekrar tekrar kendimize sormak isteriz. O zaman,adil olan nedir? Ya
da, bir başka dünya mümkün mü?. Özetle
bu tür filmler; parodoksal fikirler yoluyla zihnimizde adeta yarıklar açar.
Sorular üzerine sorular sordurur. Verilen her yanıt adeta bir soruya dönüşür.
Felsefe
de böyle bir şey değil mi? Ünlü Fransız düşünür, Gilles Deleuze’nin dediği gibi
felsefe her yerde yapılmaz. Yarıklarda, çatlaklarda yapılır. Deleuze’den alıntı
yapmamın sebebi sinema ve felsefe ilişkisini inceleyen az
düşünürden biri olması. Deleuze, ‘’Sinema’’ isimli kitaplarından birinde sinema
yönetmenin de bir felsefeci gibi önemli olduğunu söyler. ‘’Nasıl ki felsefe kavramlarla üretilirse sinema da imajlarla
üretilir ve sinema yönetmeni de bir
anlamda imajlarla düşünen bir felsefecidir.’’ der. Bir bakıma sinema ve hayatın
ne kadar içi içe olduğunun, sinemanın felsefeye katabileceklerinin önemini
vurgulamış olur.
.
O halde kaldığımız yere dönecek olursak; yönetmen, filminin
daha başında bir yarık açmıştır. Colm her gün saat ikide (neredeyse adanın
kendilerini bu ikiliye göre ayarladığı bir saat gibi) bir araya geldiği Padraic
ile artık görüşmek istemez. Ona tek söylediği bir cümle vardır. ''Artık senden
hoşlanmıyorum'' Padraic ise şaşkınlığa uğrar. İyi de der, çok masum çok çocukça
bir dille ''Dün benden hoşlanmıştın''.
Kendisiyle birlikte herkesi şaşırtan bir durumdur bu. Ne olduğunu anlamak için
günlerce düşünür ve bir şeyleri ilk defa sorgulamaya başlar. ''Gerçekten
sevilmeyecek biri miyim?'' Israrla yanına gider, olan biteni anlamaya çalışır.
Colm sonunda kendisini sanatına adayacığını bundan sonra eskisi gibi
sıkıcı,hatta dar kafalı biriyle vakit geçirmek istemediğini söyler. Padraic,
iyice altüst olmuştur, şimdi. Kendinden daha çok şüphelenmeye başlar. 'Gerçekten
ben sıkıcı mıyım?'' Kızkardeşine, bardakilere hep aynı soruyu sorar. Aldığı
yanıt, hep aynıdır: Biraz öylesin ama iyi kalplisin. İlk defa Padraic, iyi
kalpliliğin yani en iyi bildiği şeyin aslında hakaret eder gibi söylendiğini
düşünür. Açıkçası hem rutinini paylaştığı arkadaşından olmuştur hem de en sıkıcı kişi
hatta adanın Dominik'ten sonra gelebilecek en aptal kişisi olduğunu
düşünmeye başlamıştır. Üstelik konuşmak zorunda kaldığı tek arkadaşı da O’dur
şimdi.
Padraic, eskisi gibi olmak için herşeyi dener. Hatta
bir ara arkadaşının '1 Nisan' şakası yaptığını bile düşünür. Ancak karşısında
sadece uzaktan hayıfla seyrettiği elinde kemanıyla beste yapan, bir yandan dersler veren Colm vardır şimdi. Neden der? Neden?
Kendi dışında herkes vardır onun hayatında. Hatta oğlu Domininic'e cinsel
tacizde bulunan adanın polisi ile bile
konuşmaktan çekinmemiştir. Colm ise böyle bir şeyden habersizdir ve zaten de kimse
ile yakınlığı seçmemiştir. Tüm derdi beste yapmak ve bunun için bir zamanlar en yakın olduğu
kişiden uzak olmaktır. Ancak
ilerleyen sahnelerde Padraic, konuşmakta o kadar ısrar eder ki, sonunda Colm
aralarındaki en tehditkar cümleyi söyleyiverir. ''Parmaklarımı keseceğim.''
Olay örgüsünü daha da yukarı tırmandıracak en çarpıcı andır bu. Şimdi başında
sorduğumuz soruya tekrar dönelim.
Bir insan yaratıcı tarafını neden tehdit altına alır?
Öncelikle.yönetmenin bu filmi neden çektiğini düşünürsek, ilk aklımıza gelen
savaşın kötülüğünü iki insanın dağılan ilişkisi üzerinden hissettirmek istemesi
olur. Bu konuda insanın zor durumda kalabileceği öylesine grift bir yerden
başlar ki, asıl savaşın, asıl kötülüğün içimizde olduğunu düşünmeye başlarız
Zira Colm, Padraic'in baskılarıyla artık öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendisine
kötülük etmeyi dahi göze almıştır. Padraic ise, en sevdikleri ve sonunda yanından
ayırmadığı eşeği de gidince kötü olmaya karar vermiştir. Bu neden böyle?
Hikayeyi biraz daha zorlayalım. Başında Colm Padraic'e artık çok zamanı kalmadığını
bundan sonra Mozart gibi, Beethoven gibi arkasında bir eser bırakmak istediğini
söylemiştir. Çünkü o ana kadar sanatı adına hiçbir şey yapmamış, çok değersiz işlerle
kendini oyalamıştır. Üstelik en değersiz bulduğu iş, Padraic gibi sıradan
birinin gündelik gevezeliklerinden başka bir şey değildir. İlk senaryoma göre
Colm, kendini geçmişi için suçlamaktadır. Artık, kararını vermiştir. Beste
yapacak ve bu 'Ya hep ya hiç uğruna' olacaktır. Bunun için onun dikkatini
dağıtacak tek bir şey vardır. O da Padraic'tir. Çünkü Padraic demek, onun yeni
hayatını kavramayacak eski hayatından kalan biri demektir. Açıkçası yeni
hayatında onu bir engel olarak düşünmektedir. Padraic tarafında neler
olmaktadır?
Padraic de bir taraftan arkadaşının onu reddetmesi ve
değersizleştirmesiyle bir varolma savaşı vermektedir. Tahmin edersiniz ki, Colm
gibi hayatını sorgulayan, kendisi için kararlar alan biri değildir. Sadece
annesi, babası ve etrafındaki herkes gibi verili hayatı yaşamakta hatta mutlu
olduğunu düşünmektedir. Bunu en çok da kızkardeşinin sorduğu şu sorudan
anlarız. Hiç yalnız olduğunu hissettin mi? Ne biçim bir soru bu der, Padraic.
Şimdi milletin derdi ne? Tek dostu Colm ona yetmiştir ya da hayatını onunla doldurmuş olduğunu bile bu
ayrılıktan sonra farketmiş olabilir. Nihayetinde şöyle söyleyebiliriz: Colm
kendisiyle var olmaya, Padraic de onunla var olmaya çalışmaktadır. Burada
ikisinden birine haklı ya da haksız diyebilir miyiz? Yönetmen adeta önümüze
yaşanmış ama şimdi dağılmakta bir ilişki sunuyor. Birbirlerinin ruh ikizi
olmasalar da (Bunu bardaki birilerinden duyarız. Ne de olsa Colm gibi düşünür
birinin Padraic gibi sıradan biriyle işi ne? Evet, ortada yaşanmış bir dostluk,
anılar varken kendisinin anlayamadığı bir sebeple bir kaos içine çekilmiştir.
Ancak bundan daha felaket olanı artık Colm'un güvendiği biri olmadığını hatta
deli olduğunu düşünmeye başlamasıdır. Bir insan neden parmaklarını keser?
Padraic, Colm'un bu yeni haliyle nasıl özdeşleşecektir? Her ikisi içinde
paradoksal bir durum.
Şimdi de hikayeyi biraz zorlayalım ve yönetmenin
küçük fantaziler serpiştirdiği yan yollara sapalım. Buralarda yaratıcılık
ve delilik, yaratıcılık ve oyun, mitolojik ve dini semboller, psikanaliz ve
arzu ilişkisi gibi alt metinler
okuyabiliriz.
Öncelikle, Padraic’in Colm’u ararken evine girdği
sahneye bakalım. Orada neler vardır? Kuklalar, maskeler, ve daha başka oyun
türü bir çok şey. Acaba Colm, geçmişinde bir kuklacı olabilir mi? Öyle değilse
bile kuklalar ve maskelerle onun kendisine bir oyun dünyası kurmuş olduğunu
düşünebiliriz. Yönetmenin bir diğer filmi In Bruges’da olduğu gibi dünya kazan
kaybet dünyasıdır. Bu dünyada ölümle yaşam o kadar içiçedir ki, hatta kendi hayatına bir anda son
verebilirsin. Yaşam bir oyun sahnesi gibidir. Herkes kolaylıkla benim oyun
arkadaşım ya da kuklam olabilir . Belki de bu filmde Padraic, Colm için bir
kukla rolündedir. Kendisine bağlıdır ve onu istediği zaman bırakabilir. Onun duygularyla empati kurmadan.
İçi boş kuklalar gibi. Colm, yeni kurduğu dünya için çok kararlıdır. Hiç
kimsenin bunu bozmasına izin vermeyecek şekilde kendisine adeta ültimatom vermiştir.
O halde parmaklarımı keserim. Böylece Colm’un maskelerinden kurtulmak
istediğini düşünebiliriz. Kendisine artık yalan söylemeyecek, kendisini
oyalamayacak, gerçek benliğine kavuşacaktır.
Tam da burada
Padraic’in yüzüne maske taktığı sahnede, Bergman’ın Persona filmini
düşünebiliriz. ‘’Persona’’, aslında Carl Gustav Jung’un en temel teorisinde
kullandığı bir kavramdır. Ona göre, bu kavram, başkalarının görmesine izin verdiğimiz
yüzümüz yani maskemizdir. Böylece onunla tehlikelere karşı kendimizi savunmaya alırız.
Ancak bazı durumlarda kişi taktığı
maskenin kendisi olduğuna inanabilir. Filmde başına geldiği gibi, Elizabeth yeni yüzü ile, bilinçli olarak susmayı tercih
etmiştir, çünkü böylece rol yapmayacak, yalan söylemeyecektir. Burada da
, Colm da asıl kişiliğine dönmüş
olduğunu düşünmekte ve bunu parmakları pahasına en uç noktaya kadar götürmek
istemektedir. Aslında arkasında eser bırakmak istemesi çok da fantezi değlldir.
Ancak neden bu, kendisine eziyet edercesine varla yok arasında bir yerde
gerçekleşir?
Delilik ile
yaratıcılık arasındaki ilişki de bunun gibi sınırları zorlar. Van Gogh’u düşünelim. Nedenlerini bir kenara
bırakacak olursak; kulağını kesmiş
olması onu sanatından alıkoymadı. Hatta
parmaklarını kesseydi de böyle düşünmek güç değil. Tıpkı Colm’un yaptığı gibi.
Parmakları gidiyor ama yine de kemanıyla müziğe eşlik ediyor. En son sahilde
herşeyini tüketmiş olsa da şarkısını mırıldanmaya devam ediyor.
Şimdi hikayeyi, arzuyu temel alan bir yaklaşımla
okumayı deneyelim. Acaba Colm, Padraic’e olan bastırılmış arzusunu sanat yoluyla yüceltmekte midir?
Yönetmen, küçük bir fantazisini Colm ile peder arasında geçen bir sahnede
düşündürmüştür. Yoksa Padraic’e karşı müstehcen duyguları mı vardır? Colm, pederin
bu sorusuna ; ‘’Yoksa sen mi böyle
şeyler düşünürsün?’’diye yanıt verir ve büyük bir hışımla yanından ayrılır.’’ Şimdi
biraz daha güçlü bir yaklaşım olabileceğini düşündüğüm inancı temele alalım.Zira yönetmenin özellikle son iki filminden yola çıktığımızda şu temaları
hep görürüz: Korkunç bir şiddet,grotesk resimler; suçluluk, ceza, kefaret
soruları; umut ve umutsuzluk soruları ve
neredeyse nihilizm.
İlk filminde bir çocuk, bu filminde bir eşek
kazara öldürülmüştür. Oysa çocuklar ve hayvanlar masumiyeti temsil eder ve bir
çocuğu ya da sevilen bir evcil hayvanı kazara bile öldürmek günaha giden bir yoldur. (Ahit’e
göre İsa’yı üstüne kendi giysileriyle örttükleri bir sıpaya ( filmimizde ise bir
minyatür eşeğe) bindirmişlerdir. Ve karşılayan halk kendi giysilerini yollara serip onun
önünde eğilmişlerdir.) O halde filmimizde eşeğin ölmesi maneviyatın ölmesidir.
Bu da Padraic’in artık kötü olmaya karar verdiği andır. İlginçtir ki,
yönetmenin filmlerinde hep günah çıkarma sahneleri vardır ama konuşmalar uzlaşmayla değil, tartışmayla biter.
Nihayetinde oyun, arzu, dini
yönden okumaların daha az katılabileceğim yorumlar olduğunu tekrar vurgulamak
isterim. Zira yönetmenler, filmlerine bazen
böyle zengin okumalar yaptıracak küçük
fanteziler koyabilirler. Ancak sonunda işledikleri tema, yola çıkış nedenleridir. Dağılan arkadaşlık,
İrlanda’da süren iç savaşın bir alegorisidir. Film bizi hikayenin ötesinde bir paradoksal alana taşır.
Öyle ki, sorular üzerine sorular sordurur. Verilen her yanıt adeta bir soruya
dönüşür.
03.02.2023